24 Ocak 2012 Salı

4. Mesnevi’de tahkîye ûsülü

           Okumuş olanların malumudur ki, Mesnevide birtakım hikayeler vardır. Fakat onların dercedilmesi, masal söylemiş olmak için değil, o kıssalardan hisse alınmak düşüncesiyledir. Çünkü yüksek bahisler ve derin hikmetler, böyle misallerle bir dereceye kadar anlaşılabilir. Mesnevi’ye, kurt-tilki masalı diyen beyinsizlerin terbiyesizliği, maksadın ulviyyetini kavramamış olmalarındandır.
        Mesnevi’de lafızdan ziyade, manaya ehemmiyet verilmiş; bir şiir kitabı yazmak değil, okuyanlara hakikati anlatmak gayesi hedef ittihaz edilmiştir. Bundan dolayı avam tabakası, içindeki hikayeleri dinler ve hoşlanır. Havasdan olanlar, ifade eylediği hakikatten hisse ve feyz alır. Onun için, cahiller müstesna olmak üzere, her sınıf arasında okunur ve dinlenir. Hazret-i Mevlana, bazen bir hikaye nakline başlar; fakat onu hemen tamamlamaz. Münasebet dolayısıyla başka fıkralara, onlardan yine bilmünasebe bazı hakikat ve bilgilerin nakline geçer, sonra dönüp evvelki kıssayı bitirir. Bazen de iddialı bir hikaye söyler. İki tarafı mübahasede bulundurur ve taraflara fikirlerini o kadar kuvvetli delillerle müdafaa ettirir ki, hangi tarafın sözü okunsa ve dinlense, insan o taraf haklı demeye mecbur kalır. Onun için, bir tarafı dinleyip de hüküm vermeye kalkışmamalı, bizzat nazım-ı alisinin vereceği hükmü beklemelidir.
Şu da hatırda bulunsun ki, Mesnevi’de bazı hezlamiz (alaycı-açık) fıkralar vardır. Bunlar, yalnız zahiri görenler arasında nezih görülmese bile, basiret sabitleri nezdinde hal ve makama münasip oldukları için, fasih ve beliğ sayılırlar.
        Hazret-i Pir:
Beyt-i men beyt nist iklimest,
Hezl-i men hezl nist ta’limest
        “Benim her beytim, beyit değil, bir mana iklimidir. Hezlim de hezl değil, talim için söylenilmiş sözlerdir.” beytiyle, bundaki hikmeti beyan eder. (Hezl: Saçma, uyduma, yalan, şaka söz)
        Şurası da unutulmamalıdır ki Mesnevi, ekseriyeti itibariyle Hüsameddin Çelebi’nin anlayışına göre şekillenmiştir. Nitekim:
        “Şu söylediklerim, senin anlayışına göredir. Doğru ve yüksek bir muhatab bulamadığım için ölüyorum” buyurulmuştur. Acaba Hazret-i Mevlana, Hüsameddin Çelebi’den daha kavrayışlı bir muhatab bulsaydı, neler söyleyecekti?
        Bazem de Hazret-i Pir, kendi makamından söylemiş ve mazhar olduğu ilhamların beyanına yol vermiştir. Kendini, söylediklerini değil; Hüsameddin Çelebi’ye hitaplarını bile layıkıyle anlamak, bizim gibi aciz ve gafil olanların karı değildir.
        “Hepsi anlaşılmasa bile, hepsi terkedilmez” diye, Arapça bir söz vardır. Biz de Mesnevi’nin mübarek beyitlerini dikkatle okuyup anladığımız kadarından istifade etmeliyiz. Daha fazlasının anlaşılmasını lutf-u İlahiden temenni etmeliyiz. Ata-yı Rabbanide cimrilik yoktur. Sıdk-u ihlas ile istenilen şeyleri esirgemez. Ekrem-ül Ekremib olduğu için, kerem-ü inayetiyle ihsan eder.
        Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim ki, bazı cahiller ve yarı aydınlar: “Mevlana’nın felsefesi” deyip duruyorlar. Bilmiyorlar ki Mevlana, filozof değil; sofidir.
        Mesnevi’de felsefeden değil, tasavvufun hakikatlerinden bahsedilir.
        Felsefenin me’hazi akıl, tasavvufun menbai nakildir.
        Akıllar farklı olduğu için, felsefede “İkani”likten “Reybi”liğe kadar tam bir muhalefet vardır.
        Tasavvufta ise istidad farkı dolayısıyla teferruatta basit farklar görülse bile, esas meselelerde bütün tasavvuf ehli müttehiddir.

20 Ocak 2012 Cuma

3. Hazret-i Mevlana kimdi


Tû megû mârâ bedan şeh bâr nist,
Ba kerîman kâr hâ düşvâr nîst.
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Keriminde Nahl suresinde, Habib-i Necibine hitaben:

 Yani: “(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et” buyurmuştur.
            Resul-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz de Allah’ın bu emrini kemalile ve temamile ifa eylemiştir.
            Müşrikleri böyle hikmet ve mevıza ile imana davet eylediği gibi, müminlere de aynı surette nasihatlerde bulunurdu. Hatta haftada bir gün kadınlara mahsus olmak üzere, bir vaaz tertip etmişti. Bu emr-i ilahi, Hazreti Peygambere farz-ı ayn idi. Ümmet-i Muhammed’in alimleri ve arifleri de lisanla olsun, kalemle olsun, halkı bu şekilde uyarmaktan geri durmadılar. Çünkü Al-i İmran suresindeki:

 Yani: “Ey müslümanlar; sizden bir cemaat olsun ki, halkı hayra davet etsinler; hayırla ve iyilikle emredip kötülükten ve günahtan nehyetsinler.” ayet-i kerimesiyle vaaz u nasihat ve hayırlı işlere davet, kendilerine farz-ı kifaye olmuştur.
            Din alimlerinin birer vazife olarak bizzat yerine getirdikleri bu emri; padişahlar, vezirler ve emirler şöyle dursun, halk tabakasından bir çokları da benimsemiş ve vasıtalı olarak bunu yerine getirmek için camilerde, mescitlerde vaazlar tertip etmişler, Allah rızası için vakıflar tahsis eylemişlerdir.
            Din büyüklerinden, hem de şeriat ve tarikatın en büyüklerinden olan Hazret-i Mevlana da bu ilahi emri yerine getirmek için, Konya camilerinde vaazlar yaptığı gibi, şeriat hükümlerini ve tarikat adabını halka öğretmek için Mesnevi’yi nazmetmiştir. Bu mübarek kitap, İslam aleminin her tarafında büyük bir hürmet kazanmış ve müslüman mabedlerinde, yakın zamanlara kadar takrir olunagelmiş; Türkçe, Arapça, Acemce şerhleri yazılmış ve birçok yabancı dillere tercüme edilmiştir.
            Hocam Mehmed Esat Dede Efendi, yarım asra yakın, Fatih Camiinde Mesnevi okutmuş, onun irtihalinden sonra, Karahisarlı Ahmed Efendi merhum, oraya Mesnevihan olmuştu. Onun vefatında bu işi, abd-i acize teklif ettiler. Aczimi söyledimse de dinlemediler. Adeta zorla götürüp hocamın yerine oturttular. Haftada bir gün ders yapmak üzere, 20 Ağustos 1339’dan 7Kanun-u Evvel 1341 tarihine kadar Fatih Camiinde, ikindi namazından sonra, Mesnevi takrir ettim. Sonra bu işten çekildim.
            Daha sonra Süleymaniye Camiinde Kubad Çavuş namında bir zatın vakfetmiş olduğu Mesnevihanlık ciheti, layık olmadığım halde, acizinize teklif ve tevcih olundu.
            Başkalarının yüzüme vurmasından evvel, kendimin itiraf eylediğim acz ve noksanımı size karşı da ikrar ederim. Hususiyle Mesnevi gibi pek derin bir kitabı anlayıp anlatabilmekte.
            Pek iyi takdir edersiniz ki söz, dinleyenin anlayışına göre söylenir. Muhattap ne kadar anlayışlı olursa, konuşan da o nisbette yüksek söz söyler. Mesnevi öyle bir kitaptır ki, söyleyen Mevlana; dinleyen ve yazan ise halifesi bulunan Hüsameddin Çelebi’dir. İki arif arasında geçen o yüksek konuşmanın incelikleri, benim gafil idrakime tenezzül etmez de anlatamazsam, tabii görmeli ve beni mazur tutmalısınız.
            Şurası da var ki, Hazret-i Mevlana, Mesnevide bir bahis açmış ve: “Cenab-ı Hak, dinleyenlerin himmetleri kadar, vaizlerin lisanına hikmet telkin eder. Dinleyenler ne kadar dikkatli dinlerlerse, vaizler de o kadar hikmetli söylerler.” sözünü şerheylemiştir.



HAZRET-İ MEVLANA KİMDİ?
        Hazret-i Mevlana Celaleddin-i Rumi (Kaddesallahü sirrahu) Hicri takvimin 604 Rebiulevvelinde, Horasan’ın Belh şehrinde doğmuş, 68 yaşında ve 672 Cümazelahiresinde Konya’da irtihal eylemiştir. Kendisine Rumi denilmesi, o vakit Diyar-ı Rum tabir edilen Anadolu’da yerleşmiş olmasındandır.
        Babası Sultan-ül-ulema Muhammed Bahaüddin Veled, onun babası Hüseyn-i Hatibi, onun babası Ahmed’ül Hatibi, onun babası Mahmud, onun babası Mevlud, onun babası Sabit, onun babası Müseyyeb, onun babası Mutahhar, onun babası Abdürrahman, onun babası da Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahu anh’dir.
        Şu hesapça Hazret-i Mevlana, Hazret-i Ebubekir’in onbirinci torunudur.
        Sıddık-i Ekber neslinden gelen Mevlana’nın anne cihetinden de seyitliği vardır. Çünkü ecdadından Ahmed-ül-Hatibi; Şems-ül-Eimme Abdullah-i Serahsi’nin kerimesi Firdevs Hatun’u almış; cedd-i Mevlana Hüseyn-ül-Hatibi, ondan doğmuştur. Şems-ül-Eimme ise, Sülale-i Nebeviyyedendi. Keza ecdadından Mutahhar, meşhur İbrahim Ethem’in; cedd-i Mevlana Hüseyn-i Hatibi de; Harzem Şahı Alaüddin’in kızını almış oldukları için, o neseb-i kerime suri bi asalet de karışmıştır.
        Hazret-i Mevlana beş yaşında iken, babasıyla birlikte Belh’ten çıkmış, Hacca gittikten ve biraz seyahat ettikten sonra, bir müddet Erzincan’da oturmuş, daha sonra Larende, yani bugün Karaman denilen şehre gelmiş, nihayet Konya hükümdarı Alaüddin-i Selçuki’nin Sultan-ül Ulema’yı daveti üzerine, Konya’ya yerleşmişti. Konya’da, Halep’te, Şam’da Şeyh-ül Ekber Muhyiddin-i Arabi hazretleriyle görüştü. Pederinden sonra, pederinin halifesi Seyyid Burhaneddin-i Muhakkık-i Tirmizi’den süluk gördü ve Hazret-i Seyyid’den hilafet aldı. Konya’da ders okutur, halka-i tedrisinde yüzlerce talebe bulunur, asrındaki alimlerin en üstünü tanınır ve Mevlana-yı Rumi diye anılırdı.
        Daha sonra Şems-i Tebrizi hazretleri ile görüştü. Şems namına bir çok gazeller ve manzumeler söyleyerek o ümmi arifin namını ebedileştirdi.

“Öyle rahşende ki ol şem’a-i nur,
Şems-i Tebriz ona pervane olur.”
        Çeşitli eserlerinin en meşhuru, Kitab-ı Mesnevi’dir. Yirmibeş binden fazla beyti ihtiva eden bu eser-i celil, Hüsameddin Çelebi’nin talebiyle meydana geldiği için, bir ismi de Hüsami-name’dir. Nitekim altıncı cildin başında: “Senin gibi bir allamenin cazibesiyle Dünyada bir Hüsami-name dolaşmaya başladı.” demiştir.
        Hüsameddin Çelebi, Hazret-i Pir’in halifesidir. Mevlana’nın irtihalinden sonra, onun makam-ı irşadına oturmuştur. Mesnevi’nin tanziminden evvel, Mevlevi müntesipleri Şeyh Attar’ın Mantık-ut Tayr’ı ile, Hakim Senai’nin Hadika’sını okurlardı. Çünkü Hazret-i Mevlana, bu iki eseri takdir eder, Hadika ile sahibi arifini, Mantık-ut Tayr ile nazım-ı kamiline tercih eylerdi.
        Hüsameddin Çelebi, o iki kitap tarzında bir eser tertibini Hazret-i Mevlana’ya rica etti. O da:
        “Bana da öyle bir fikir ilham olmuştu” diyerek sarığının arasından çıkardığı bir kağıdı Çelebi’ye uzattı. Bu kağıtta, Mesnevi’nin baş tarafındaki onsekiz beyt yazılı idi. Sonra Mevlana tarafından söylenilmek ve Çelebi tarafından yazılmak üzere tanzim ve tahrire devam edildi. Birinci cilt 660 tarihinde hitam buldu. O sırada Hüsameddin Çelebi’nin ailesi vefat etti. Kendisi de bazı manevi tecelliyata mazhar olduğu ve cezbe halinde bulunduğu için yazmaya devam edemedi. İki sene sonra, yani 662 senesinde, ikinci cilde başlanıldı. Altıncı cildin sonlarına kadar söylenilip yazıldı. Fakat o ciltteki Şehzadegan hikayesi tamam olmadan Hazret-i Mevlana sustu. Çünkü ömrünün sona erdiği kendisine malum olmuştu. Büyük oğlu Sultan Veled Mesnevi’ye bir hatime yazdı ve hadiseyi anlattı. Altıncı cildin başındaki:
Pişkeş mi aremet ey ma’nevi
Kısm-ı sadis der temam-ı mesnevi
beytinden de anlaşılacağı üzere Mesnevi kitabı, altı cilt, yahut altı defterden ibarettir. Sonra yedinci cilt diye bir kitap meydana çıkmış, Şarih-i Mesnevi Şeyh İsmail Ankaravi tarafından da şerhedilmiştir.
        Ankaravi merhum, ya mecburen, yahut hüsn-ü te’vil gayretleriyle şerhettiği bu uydurma Mesnevi’yi, 1035 tarihinde sahaflardan aldığını ve 814 tarihinde istinsah edildiğini söyler. Fakat eserin nazımı ma’lum değildir. İfadesine nazaran, tasavvuf düşmanı bir müteassıp olduğu anlaşılır. O kadar ki, Muhyiddin-i Arabi gibi ekabir-i ümmetin en büyüklerinden olan bir zat için:
Şeyh-i ekber nist şeyh-i ekferest
yani: “Büyük şeyh değil, en büyük bir kafirdir.” demek küstahlığında bulunmuş; zavallı, ne maksatla yazmışsa, eserile namını ibka edememiştir. Tarik-i Dünya papazlar hakkında nazil olmuş olan:

Yani: “Kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak, dünya hayatında sa’yleri boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi?” ayeti, o nazım hakkında da okunabilir.



2. Tahir-ül Mevlevi, hayatı ve eserleri

2. TÂHİR-UL MEVLEVİ, HAYATI VE ESERLERİ
                                                                              Sâdi Aytan
Devrimizin büyük şairi Aziz Üstadımız merhum Tahir-ül Mevlevi, 20 Haziran 1951 de hayata gözlerini yummuştu.
Tahir-ül Mevlevi, 1294 Ramazanının beşinci ve 1177 Eylülünün 13 üncü Perşembe günü, İstanbul’da doğmuştur. Pederi Elhac Mustafa Safvet bey de İstanbul’ludur. Validesi Emine Emsal hanımdır.
Taşkasab’da, Molla Gürani mahallesinde kain Hekimbaşı Ömer Efendi Mekteb-i ibtidaisinde, bilhare Gülhane Askeri Rüştiyesinde ve daha sonra (Menşe’ kitab-ı Askeriye) de okumuş, Bab-ı Ser Askeri piyade dairesinde Haziran 1308 de tayin edilmiştir. Vazifesine devamla beraber, Fatih Camii baş imamı Filibeli Mehmed Rasim efendi ile Mesnevihan Mehmed Es’ad dedenin derslerine devam etmiş ve Es’ad dede’den mesnevi icazetnamesi almıştır. Büyük validesinin pederi Hattat Tahir efendinin Mevlevi olması ve mumaileyhanın Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Osman Salahaddin efendinin süt hemşiresi bulunmasu, bilhassa Hazret-i Mevlana’ya ve Mevleviliğe karşı bir cazibe duyması dolayısıyla, Şeyh Salahaddin’in mahdumu Şeyh Mehmed Celaleddin efendi’den sikke giymiş ve Mevleviliğe intisab etmiştir.
1310/1312 de (henüz 18 yaşında iken), hocası Es’ad dede’nin delalet ve refakatiyle İskenderiye, Kahire, Süveyş, Yanbu tarikiyle Medine-i Münevvere, Ravza-i Mutahhara ve Hücre-i Muattara ziyaretiyle müşerref olmuş; yine Yanbu, Cidde yoluyla Mekke-i Mükerreme’ye giderek, Ramazan-ı Şerifi orada çıkarmış, Hac’dan sonra, Süveyş-İskenderiye tarikiyle dönmüştü.
Evvelce kendi kendine sema ederken, Hicaz’dan avdetini müteakip Yenikapı Mevlevihanesi semazen başısı Karamanlı Halil Dede’den Sema meşk etmiş ve semazenler arasında şöhret kazanmştı. Fakat Mevlevi muhibbiliğini kafi görmeyerek, çile çıkarmak ve hizmet etmek isteyen merhum, vazifesinden istifa edip Şaban 1313’de, Yenikapı Mevlevihanesinde çilekeşliğe başlamış ve Hicri 1316’da mukannen hizmeti hitama ermişti. Bu münasebetle şu tarihi söylemişti:
            Mutbahında çilekeş bir caniken
            Kıldı sahib-hücre Mevlana beni!
                                   (1316)
Bununla beraber:
            Ederken Mevlevinin çillesin itmam bin bir gün
            Bizim bak çille-i aşkiçre bir miadımız yoktur...
diyerek huzuru Mevlana’ya yüz sürmek arzusunu gösteriyordu. Nihayet şeyhinden aldığı müsaade üzerine yola çıktı. Evvela Eskişehir’e, sonra Karahisar’a ve Konya’ya gitti. Uşak, Manisa, İzmir tarikiyle avdet etti. Bu ziyaretten sonra, Tahir-ül Mevlevi, Yenikapı Mevlevihanesindeki hücresine çekildi ise de, kendi tabirile (orada oturup vakıf lokmasına göz dikmektense, ekmeğini kazancından yemek) istedi. Bir kütüphane açmak ve şurada burada zamanın tahrip ve imhasına maruz kalmış mevlevi asarını bastırmak istedi.
            Evvelce tedarik ettiği ve bil’ahare Hicaz’dan getirdiği kitaplar, bir sahaf dükkanına sermaye olabilecek kadar bulunduğu için, evvela Bayezid’de, tramvay caddesinde bir dükkan tuttu ve kitaplarını oraya nakletti. Fakat Bayezid’de satış olmaması yüzünden, kitaplarını Bab’ı Ali caddesindeki, şimdiki Medresetül-hattatin’in karşısındaki dükkanların birine götürdü. Yine o tarihlerde, haftalık bir gazete çıkarmak hevesine kapıldı. O zamanlar gazete ve mecmua imtiyazı almak pek müşkil, hatta gayr-i mümkün olduğundan, kitapçı Karabet’in Resimli Gazete’sini kiraladı ve ilk nüshasını çıkardı. Mecmuanın kabına, evvelce neşretmiş olduğu ve Mevlevi muhiblerinden Vasıf Efendi tarafından toplanıp, Hazret-i Mevlana hakkında sitayişkarane birçok manzumeyi havi Mecmua-i Medayih-i Mevlana’nın ilanıyla beraber, bir mevlevi sikkesi resmini bastırmıştı. Fakat bu ilan, o devirdeki jurnalcular için (Bu meyanda malumat gazetesi sahibi Baba Tahir ile Nazif Süruri isminde biri tarafından) fırsat addedilerek Resimli Gazete’nin kapatılmasına dair irade alınmış; sebep olarak, Veliaht Mehmed Reşad Efendi (Beşinci Mehmed) mevlevi muhibbi olması dolayısıyla, Veliaht namına propaganda yapıldığı ileri sürülmüştü. Ayrıca Bab-ı Ali’nin muhafız polis komseri, meşhur Mektepli Ahmed Efendi, kütüphanenin incelemesine memur edilmişti. Zaptiye nazırı Şefik Paşa tarafından celb ve sorguya çekilen Tahir-ül Mevlevi, töhmeti mucip bir hareketi görülmediğinden serbest bırakılmıştı. Maruz kaldığı tazyikler karşısında kitapçılıktan çekildi ve memuriyet hayatına atılmaya mecbur kaldı.
            1319/1903’de Orman-Maden ve Ziraat Nezareti muhasebesinde açılan bir imtihanda muvaffak oldu ve 370 kuruş maaşla Defter-i Kebir kalemine tayin edildi. Derece derece terakki ederek, 1334/1918’de Maden Müdüriyyet-i Umumiyesi ruhsatnameli başkatibi, Tevhid-i Mabayeat komisyonu tahrirat mümeyyiz-i evveli oldu. Bu komisyonun lağvına kadar orada kaldı; bil’ahare Ticaret ve Ziraat Nezareti İktisat heyeti başkitabetine 1336/1920 tayin olundu. Uhdesine Kalem-i Mahsus Başkatipliği de ilave edilmiş ise de, Kuvay-ı Milliye taraftarı olmasından dolayı azledildi. 1337/1921’de Alî satış komisyonu başkatibi, bil’ahare eski kalemi olan Maden Müdüriyyet-i Umumiyesinin fermanlı maden mumeyyizliğine naklolundu.
            1319/1903 de muallimliğe intisab etti. Evvela Burhan-ı Terakki ve sonra Rehnümay-i Füyuzat mekteplerinde farisi okuttu; ikincisinde İslam Tarihi tedrisine başladı. Tarih tedrisine başlaması, o dersi okutan mektep müdürünün Amr-ibn-il-As ismini Amiru diye okuması ve okutması üzerine olmuştu.
            1325/1909’da Darüşşafaka Edebiyat ve Usül-ü Tahrir derlerine muallim tayin edildi. 15/8/1929’da Maltepe Askeri Lisesi edebiyat muallimliğine ve bu vazifede gösterdiği liyakat dolayısıyla bir sene sonra, Ağustos 1931’de terfian Kuleli Askeri Lisesine naklolundu ve yaş haddine tabi tutuluncaya kadar orada vazife gördü. Son memuriyeti, Milli Eğitim Bakanlığı Kütüphaneler Müdürlüğü Tasnif-i Kütüb Komisyon azalığı idi.
           
            İlmi hayatına gelince: Merhum, bizdeki erbab-ı kalemin ekserisi gibi, Hüday-i Nabit olarak yetişmiş ve malumatını zati mesaisiyle elde etmiştir. Arapça ve Farsçayı iyi bilirdi, Bilhassa farsçanın bütün inceliklerine vakıftı. Fransızcayı da kendi kendine öğrenmiş, bir çoğumuzun yapamayacağı kuvvette tercümeler yapmıştır. Fransız edibi Telemaque’ın Feneon ismindeki meşhur eserinin (Mahfel) mecmuasında neşrolunan kısımları, bunu pek güzel isbat etmektedir. Önceleri mütekellifane yazardı; fakat sonraları herkesin anlayabilmesi için, çok sade yazmayı iltizam etmiştir. Makalelerini, şimdiki tabir ile akıcı bir üslup ile yazardı. Bunlar, bugün dahi merakla, zevkle okunmaktadır. Yaptığı tercümeler çok güzeldir. Kendisinin dediği gibi: “Tercüme edilmiş bir eserde, tercüme kokusu bulunmamalıdır.” Gerek nazmının, gerekse nesrinin ayırt edici vasfı “samimiliktir.”  O, kanaatı hilafına ne bir söz söylemiş, ne de bir satır yazmıştır. İnandığına sonuna kadar sadık kalmıştır. Resul-ü Ekrem Efendimize, pek nadir kimseye nasip olan, sarsılmaz bir iman ve sonsuz bir aşk ile bağlı idi.
            O, hassas bir şair idi. Duymadan tek bir mısra söylememiştir. Gayri matbu’ divanının mukaddimesinden şu güzel parçayı okuyalım:
            <Şuara için, fart-ı hassasiyet mahsulü denir. Tehassüsteki ifratın (hassaslıkta ileri gitme) hastalık olduğu, o nevi mütehassisin hasta bulunduğu söylenir. Şu kavle göre, en hisli şairler en ziyade meriz (hasta) insanlardır. Maalesef ben de o zavallılardan biriyim. Çünkü hassasiyet denilen deva napüzeyr bir illetin şifa na ümid mübtelasıyım. Bu hasta, dahili ve harici birtakım alam ve esbabın tazyikiyle inler, hatta nalezenliği bazen de yıllarca sürer. İşitenleri acındırmakla beraber, usanç verdiği de olur. Hasta, verdiği melali pekala takdir eylediği halde iniltilerini kesemez. Zira o, teellümat (elemler) ile izdırabatının hafiflediğini tevehhüm (hayal) eder. Belki aks-i feryadını duymakla teselli bulur. Benim de Divan namına tertip eylediğim şu mecmua, bu türlü tavsiyeleri muhtevidir ki herbiri enfüs (ruhlar) ve afakı muhtelif teessüratın kalbi ve ruhi şiveleridir. İçlerinde gülümsemeyi andıranlar varsa, o gibileri bazı mesaib karşısında gayri ihtiyari salıverilmiş zehrin handeleridir...> dedikten sonra <Medid ve mükerrer (devamlı ve tekrar eden) akislerini yalnız kalbimin duyacağı o iniltiler ben öldükten sonra da felek kubbesini çınlatsınlar, İhtimal ki birinin bir tanini, insaflı bir samiin merhamet hissini galeyana getirir de, sahibi hakkında “Allah rahmet eylesin” duasında bulunur. Bir tarafa gitmiş olanların, burada kalanlardan bekledikleri de ancak budur.>
            Tahir-ül Mevlevi divan edebiyatının en son mümessillerinden biri idi. Bugün artık hemen hemen müntesibi kalmamış olan, bu safhada geniş bilgisinin muhasalasını Edebiyat Kaamusu ismindeki çok kıymetli bir eserinde toplamıştır ki bunun basılması memleket ilim ve irfanı namına ne kadar şayan-ı arzudur.
            Merhum çok ince ruhlu bir şair olmakla beraber, eşsiz bir muallimdi. Takrirleri esnasında güzel fıkralar, ince nüktelerle talebesine ders dinletir, en ağır bahisleri bile hemen orada öğretirdi. Süleymaniye ve son zamanlarda Laleli Camiindeki Mesnevi derslerine devam edenler, ne kadar açık bir lisan, ne kadar güzel bir ifade ile tasavvufun en derin bahislerini izah ettiğini görmüşlerdir. Meclisinde bulunanlar İslam Tarihine, tasavvufa ve edebiyat tarihine dair bilmedikleri bir çok şeyleri öğrenir, vaktin nasıl geçtiğini anlayamazlardı. Sohbetine doyum olmazdı.
           
            Eserlerine gelince: Bunlar 60’ı mütecavizdir (60’dan fazladır).

BASILMIŞ VE BASILMAMIŞ KİTAPLARI


Basılmışları:
  1. Mirat-ı Hz. Mevlana
  2. Divançe-i Tahir
  3. Nazım ve Eşkali Nazım
  4. Edebiyat Lügati
  5. Teşebbüs-i Şahsi
  6. Şeyh Celaleddin Efendi Merhum
  7. Cengiz ve Hülagü Melazimi
  8. Şeyh Şamilin Gazevatı
  9. İslam Medreseleri Talebelerine Tarih Hülasaları
  10. Şeyh Sa’di’nin Bir Sergüzeşti
  11. Amuzgari Farisi
  12. Destaviz Farisi Hanan
  13. Efgan Emiri Abdurrahman Han
  14. Hindin Moğol Hükümdarları
  15. Hind İhtilali
  16. Şükufe-i Baharistan
  17. Hazret-i Peygamber ve Zamanı
  18. Hind Masalları
  19. Fuzuliye Dair
  20. Nev’i ve Suriye Kasidesi
  21. Bakiye Dair
  22. Müslümanlıkta İbadet Tarihi
  23. İslam Askerine
  24. Manzum Bir Muhtıra
  25. Mesnevi’nin Eski ve Yeni Mu’terizleri
  26. Mesnevi’nin En son Mu’terizine
  27. XII – XIV Asır Şairlerinin Divanları Kataloğu
  28. Aylık (Mahfel) Mecmuası
  29. Tarih-i İslam Sahifelerinden

Basılmamışlar:
  1. Tefsir-i Hüseyni Tercümesi (Natemam)
  2. Siyer-i Peygamberi (Bedr Gazasına kadar yazılmıştır.)
  3. Tarih-i Enbiya
  4. Asr-ı Saadette Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri
  5. Şair Giritli Ali İffet Merhum
  6. Kameri Aylara Dair Malumat
  7. Büyüklerimizden Bazı Zevat
  8. Tercümelerim
  9. Manzum Bir Muhtıranın Zeyli
  10. Matbuat Alemindeki Hayatım
  11. Nedimin Köşk Kasidesi ve Şerhi
  12. Sünbüllüzade Vehbinin (Tanane) Kasidesi ve Şerhi
  13. İbni Kemalin Yavuz Mersiyesi ve Şerhi
  14. Bursalı Gazali
  15. İki Mektup ve Sururi ile Gubari
  16. Bakinin Kaanuni Mersiyesi ve Şerhi
  17. Bakinin Sünbül Kasidesi ve Şerhi
  18. Yahya Bey’in Şehzade Mustafa Mersiyesi ve Şerhi
  19. Nefi’nin (Hotin) Kasidesi ve Şerhi
  20. Şerif Sabrinin Ebu Said Kasidesi ve Şerhi
  21. Fuzulinin Bağdad Kasidesi ve Şerhi
  22. Fuzulinin Şikayetnamesi ve Şerhi
  23. Kudemay-i Mevleviyye
  24. Veliyüddin Oğlu Ahmet Paşa Divanının Nesre Çevrilişi
  25. Divan-ı Tahirülmevlevi
  26. Divançe-i Farisi Tahir

Bu eserlerden başka aylık Mahfel Mecmuası (1-68) numara. Beyanülhak, Sıratı Müstakim, Sebilürreşad mecmualarında ve en son olarak “İslamın Nuru”nda ve diğer dergilerde dini, tarihi, edebi bir çok makale.
Merhum; 75 senelik hayatının elli yılını tedkik ve tetebbuatda bulunmak; bildiklerini usanmadan, bıkmadan ve hiçbir maddi menfaat gözetmeden öğretmek ile geçirerek, memleket ilim ve irfanına çok büyük hizmetlerde bulunmuştur. Bizde bazı kıymetli bilginler, didaktik yani ta’limi eserler neşretmek istemedikleri ve bilgilerini kıskandıkları için, bazı sahalarda geri kalmamıza sebep olmuşlardır. Halbuki yukarıda saydığımız eserlerinde görüleceği vechile, Tahir-ül Mevlevi, hiç bir vakit bildiklerini öğretmekten çekinmemiş, bunu milli ve dini bir vazife telakki etmiştir.
“Öğretmek ilmin zekatıdır!” derdi. Her biri büyük emek ve uzun bir sabır ile meydana gelen eserleri meyanında, bilhassa ikisi üzerinde durmak istiyoruz.
Kütüphaneler müdürlüğüne bağlı tasnif-i kütup komisyonuna aza tayin edildiğinden itibaren, İstanbul kütüphanelerinde bulunan Türkçe yazma divanları tetkike başlayan merhum, 20’nci asra kadar divan şairlerinin yazma divanları kataloğunu, vefatından kısa bir zaman evvel ikmale muvaffak olmuş ve bu kataloğun 12/16’ncı asra ait birinci cildi 1947’de Milli Eğitim Bakanlığınca neşredilmiştir. İkinci cildin de matbaaya verildiğini ve yakında yayınlanacağını memnuniyetle öğrenmiştik. Edebiyat tarihimizde araştırmalar yapacaklar için çok büyük değer ve ehemmiyeti haiz olacak bu eser, üstadın ilim ve fazlını ispata kafidir. Fakat bizce en olgun ve mühim eseri Mesnevi Dersleri namı altında Mesnevi’ye yazdığı şerhtir. Tefsir, Hadis, İslam Tarihi, tasavvuf sahalarında bütün müktesebatının muhassalası olan bu şerh, Mesnevi-i Manevi’yi bugünkü nesle izah edecek bir bilgi hazinesidir. Mehumun hocası Mehmet Es’ad Efendi, yarım asra yakın Fatih Camiinde Mesnevi okutmuş, onun vefatından sonra Karahisarlı Ahmet Efendi oraya mesnevihan olmuştu. Onun vefatında bu ders Tahir-ül Mevlevi’ye verilmiş ve haftada bir gün 20 Ağustos 1339/1923’den 7 Aralık 1341/1925 tarihine kadar Mesnevi takrir etmiştir. Derste söyleyeceklerini hatırlamak için hazırladığı notlarını tevsi ederek Mesnevi’nin birinci cildinin dörtte üçünü tercüme ve şerh etmiş, bilahare ehibba ve talebesinin ricası üzerine birinci cildini tamamlamıştır. Süleymaniye Camiinde Kubab Çavuş namındaki bir zatın vakfetmiş olduğu Mesnevihanlık cihetinin 1948 yılında üstada tevcih edilmesi üzerine 29 Mayıs 1948’den itibaren bu camide, müteakiben Ragıp Paşa kütüphanesinde tasnif-i kütup komisyonundaki vazifesine yakın olması dolayısıyla Cumartesi günleri Laleli Camiinde Mesnevi takririne başlamış ve muntazaman derslerine devam ederek bir taraftan Türkçe yazma kataloğunu hazırlamak diğer taraftan Mesnevinin tercüme ve şerhini tamamlamak için, yaşı 70’i aşmış olduğu ve mide ülserinden muztarip bulunduğu halde geceli gündüzlü çalışmıştır.
Malumdur ki Hazreti Mevlana’nın mübarek ve ölmez eseri, İsmail Ankaravi merhum tarafından şerh edilmiş ise de, üstadımızın dediği gibi bu şerh bugün anlaşılamayacak bir hale gelmiş olan bir üslup ile yazılmıştır. Son senelerde neşrolunan tercümeler ise okuyucuyuları tatmin edici mahiyette değildir. İşte bu vaziyeti göz önümde bulunduran merhum, Mesnevi Dersleri’ni yazmak istemiştir.
Mesnevi’yi okuyup anlamak, ancak Mesnevi Dersleri’nin mütaleası ile mümkün olacaktır.
Tahir-ül Mevlevi’nin vefatı, memleket için çok büyük bir kayıptır. Bıraktığı boşluğun kolay kolay doldurulacağını tahmin etmiyoruz. Belki gün geçtikçe değerinin büyüklüğü anlaşılacaktır.
Tahir Hoca yalnız ilmen değil, ahlaken de yüksekti. Merhum, daime fakirlerin, kimsesizlerin yardımına koşmuş ve hiçbir zaman maddiyat için çalışmamıştır. Çünkü ehl-i dünya değildi, hakiki bir müslüman, asil ruhlu, uluvvicenap sahibi ve tam manasiyle kamil bir insandı.
“Rahmetullahi aleyhi rahmeten vasia.”
















Merhum Üstad Tahir-ül Mevlevi, pek sevdiği kitaplar arasında, Mevlevi kıyafeti ile



4 Ocak 2012 Çarşamba

1. Tasavvufun merhaleleri ve Mevlana

Tahir-ül Mevlevi Mesnevi Şerhi Cilt - 1





İÇİNDEKİLER
1. Tasavvufun merhaleleri ve Mevlana
2. Tahir-ül Mevlevi, hayatı ve eserleri
3. Hazret-i Mevlana kimdi
4. Mesnevi’de tahkîye ûsülü
5. Mesnevi’nin dibâcesi
6. Mesnevi
7. (Ney)’den murad
8. Cariyenin tedavisinden hekimlerin aciz kaldıklarının padişaha zahir olması, dergah-ı ilahiy teveccüh ederek rü’yasında gaybe mensub bir müjdeci görmesi ve tabib-i ilahiyi bulup muradının husule gelmesi
9. Kullarına tevfik-i hidayet veren Allah’tan her halde edebe riayet hususnda muvaffakiyet talebi ve edebsizliğin vehametinin beyanı
10. Hastanın halini görmek için padişahın tabib-i ilahiyi onun baş ucuna götürmesi
11. Cariyenin derdini anlayabilmek için o tabib-i veli’nin, padişahtan halvet istemesi
12. O veli hekimin, hastalığı teşhis ve padişaha arz etmesi
13. Kuyumcunun zehirlenerek öldürülmesinin, ilahi işaretle olduğunun beyanı
14. Bakkal ile tutisinin ve tutinin bakkal dükkanına yağ dökmesinin hikayesi
15. Kendi millet ve meshebine taassubu dolayısıyla hıristiyanları öldüren yahudi padişahının hikayesi
16. Hıristiyanların kaldırılması için vezirin padişaha hile öğretmesi
17. Hristiyanlara kast için, o çıfıt vezirin şeytanlığı ve onların halini hükümdarın huzurunda arzetmesi
18. Vezirin hali gizli ve kendilerinin idraki zayıf olduğundan, hıristiyanların onu kabul etmeleri ve rehber bilmeleri
19. Hıristiyanların vezire tabi olmaları
20. Halifenin Leyla’yı görmesi hikayesi
21. Yahudi vezirin hasedini beyan
22. Hıristiyanlar arasında aklı başında olanların vezirin hilesini anlamaları
23. Hükümdarın vezire gizlice haber göndermesi
24. Hıristiyanlardan on iki fırkanın beyanı
25. Vezirin hıristiyanlara karşı, İncil’in hükümlerini karıştırması
26. Bu ihtilafların görünüşünün suretde olup, hakikatte olmadığının beyanı


  



1. TASAVVUFUN MERHALELERİ VE MEVLANA
Nureddin TOPÇU
Mevlana Celaleddin’in, bir çoklarının meftun olduğu sanatkar tarafı, onun zahiridir. Ahenk ile kafiyenin, güzel söz ile göz yaşının muhteşem terkibi olan sanat, kabuktaki parıltıdan ibarettir. Ancak halk kitlesi şekle düşkün olduğundan, şairde de sanat taassubu hakim olarak vahdet deryasının bütününden ayrılmaz damlası olan Hazreti Mevlana’yı büyük şair diye övmek adet olmuştur. Güneşi güzel bir şamdan gibi, yıldızları birer inci tanesi gibi tasavvur etmekten hoşlanan gözlerimiz, her büyüklükte bir sanat arıyor. Sonsuzluğu bile sanat ölçüleri ile düşünebiliyoruz. Tasavvufta sanat, olsa olsa dervişin değneyidir, biz onun dervişliğini bu değnekle anlıyoruz.
Mevlana’nın, dini tecrübeyi bütün derinliği ile yapmış bir mutasavvıf olduğunu düşünmek, onu gerçek çehresi iler tanımak olacaktır. Tasavvuf, esasında bir ahlaki temizlenme yoludur. Bu temizlenme işi, insan olan varlığımızdan hareket ederek Allah’a kadar götüren bir yolculuğun sonucudur. Bu yolculuk, sonu olan varlığın daha yaşarken sonsuzluğa atlayışıdır; fenadan bekaya sıçrayışıdır.
Ruh dünyasında tam manasıyla bir atletizm denebilecek olan bu sıçrayış, gelişigüzel yapılan bir hamle ile olmuyor. Onun adabı, erkanı, usulü vardır. Tasavvufun, insan olan varlığımızdan çıkarıp, Allah’a yaklaştıran, bazılarının tabiri ile Allahla birleştiren hareketleri, üç safhadan geçmek suretiyle yapılmaktadır.
Birincisi, hazırlık safhasıdır. Bu, tasavvufun riyazat ve feragat devresidir. Allah yolcusu, bu hazırlanmada terk veya inkar basamaklarını atlayacaktır. Kendine dünya yükü diye ne varsa hepsini birer birer ve şuurlu bir teslimiyetle terk edecektir. Terk hali, onun ruhunda önce bir istek, bir iştiyak, bir irade halinde parlar. İlk riyazetlerle işe başlayan derviş, b